Abdullah Çatlı: Susurluk skandalı nedir, 3 Kasım 1996’daki trafik kazasının ardından neler yaşandı?

Kaynak, CUMHURIYETARSIVI.COM
Bundan 26 yıl ilkin meydana gelen ve bugün de halen kritik edilmeye devam eden bir trafik kazası, Türkiye’nin yakın zamanı açısından dönüm noktası kabul ediliyor.
Balıkesir’in Susurluk ilçesinde 1996 senesinde dört kişiyi taşıyan bir Mercedes otomobil, benzin istasyonundan çıkmakta olan bir kamyona çarptı. Otomobildeki üç şahıs yaşamını yitirdi, bir şahıs sağ kurtuldu.
Düzgüsel şartlar altında kim bilir gazetelerin bir tek üçüncü sayfalarında kendine yer bulacak olan bu vaka, aracın içinde olanların kimliği sebebiyle Türkiye’de “derin devlet” teriminin gün yüzüne çıkmasına ve bugün bile hala etkilerinin yaşandığı bir devrin başlamasına niçin oldu.
Gerek kaza öncesinde hazırlanan sadece sonrasında kamuoyuyla paylaşılan gerekse de kaza sonrası meydana getirilen araştırmaların sonuçlarında, devletin içinde uzun senelerdir bir “çetenin var olduğu” ve bilhassa 1990’larda PKK ile savaşım için oluşturulan hususi birimlerin zaman içinde faili bilinmeyen cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı şeklinde bir takım suça bulaşan bir yapıya dönüştüğü yönünde bulgular elde edildi.
Susurluk kazası niçin yakın tarihin en mühim vakalarından birisi ve kazayla beraber neler kritik edilmeye başlandı?

Kaza iyi mi oldu, araçta kimler vardı?
Susurluk’ta seyir halindeki bir otomobil, 3 Kasım 1996’da benzin istasyonundan çıkmakta olan bir kamyonun altında kaldı.
Aracın içinde bulunan eski Güvenlik Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve Mehmet Özbay vaka yerinde yaşamını yitirdi. Devrin Doğru Yol Partisi Şanlıurfa Milletvekili Sedat Nahiye ise yaralı kurtuldu.
Olayın derhal ardından Mehmet Özbay kimliğini taşıyan kişinin birçok suçtan Internasyonal Polis Teşkilatı (Interpol) tarafınca aranan Abdullah Çatlı olduğu anlaşıldı. Böylece bu vakası, kolay bir trafik kazası olmaktan çıkaran bir süreç başladı.
Zira Çatlı, bilhassa 1970’lerdeki bir takım karanlık vakayla bağlantılı olduğu iddia edilen bir isimdi.
Çatlı, 1 Şubat 1979’daki Abdi İpekçi Suikastı, Papa İkinci Jean Paul Suikastı’nın faili Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe Cezaevi’nden kaçırılması, 11 Temmuz 1978’de Doç. Dr. Bedrettin Eli açık’in öldürülmesi ve tarihe “Bahçelievler Katliamı” olarak geçen Ekim 1978’de Türkiye İşçi Partisi’nden yedi öğrencinin öldürülmesi şeklinde vakalarla ilgili olarak aranıyordu.
Otomobili kullanan ve kaza anında yaşamını kaybeden bir öteki isim Hüseyin Kocadağ da daha ilkin meslekten ihraç edilmiş sadece mahkeme kararıyla geri dönmüş ve dönem dönem bazı organize kabahat örgütleri ile bağlantıları hakkında çeşitli iddialar ortaya atılmış bir isimdi.
Sedat Nahiye da Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde ağırlığı olan “Nahiye aşireti”nin lideri olarak biliniyordu. Bu aşirete bağlı korucular da 1990’lı yıllarda PKK ile mücadelede kolluk güçlerinin yanında yer edinen gruplar içinde yer alıyordu.
Otomobilin içindeki kişilerin kimliği, kazayla beraber “mafya-siyaset-devlet” üçgeninde, aslına bakarsak öncesinde de konuşulan sadece ispatlanamayan bir takım karmaşık fakat karanlık birlikteliğin su yüzüne çıkmasına yol açtı.
Bu ilişkiler ağı bugün de halen tartışmaların odağında bulunuyor.

Kaynak, AFP
Kaza sonrası neler yaşandı?
Susurluk kazası ve ardından ortaya çıkan ilişkiler ağı, uzunca bir süre gazetelerin manşetlerini, televizyonlardaki haberleri ve hem siyasetin hem de kamuoyunun gündemini meşgul etti.
Kazanın ardından bazı basın kuruluşları ve gazetecilerin yaptıkları araştırmalar bir takım ciddi iddianın ve ilişki ağının ortaya çıkmasına niçin oldu.
Kamuoyunda oluşan infial neticesinde, bu ilişkilerin açığa çıkarılması, devlet içinde yasadışı faaliyetlerde bulunan bir yapının olduğu iddialarının araştırılması ve suçluların cezalandırılması talebiyle “Devamlı Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi” başlatıldı.
Şubat 1997’de sivil cemiyet müesseselerinin girişimiyle başlatılan eylemler kapsamında saat 21.00’de ışıkların bir dakika süresince açılıp kapatılması öngörülüyordu. Ondan sonra yürüyüş şeklinde başka kitlesel eylemler de düzenlendi.
Ek olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Susurluk Araştırma Komisyonu kuruldu.
Meydana getirilen araştırmalar, bu karmaşık ve karanlık ilişkilerin merkezine devrin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ı oturtmaya başladı.
Ağar, kazadan kısa bir süre sonrasında görevinden çekilme etti. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcılığı, Ağar ve Nahiye hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılması istemiyle fezleke hazırladı. Dokunulmazlıkları kaldırılan iki isim hakkında “cürüm işlemek için çete oluşturmak, hakkında soruşturma ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak” suçlamalarıyla iddianame hazırlandı ve dava açıldı.
Ağar, 1998 senesinde DGM’de sanık sıfatıyla ifade verdi. Üç saat devam eden ifadesinde birçok suali “devlet sırrı” olduğu sebebi öne sürülerek yanıtlamadı ve davaya mevzu birçok olayın yaşandığı tarihte bakan olduğu sebebi öne sürülerek sadece Yüce Divan’da yargılanabileceğini savundu.
DGM, ilkin “görevsizlik” sonucu verdi. Sadece bu karar Yargıtay tarafınca bozuldu. Bunun üstüne DGM bu kez “yargılanmanın durdurulmasına” hükmetti.
TBMM Soruşturma Komisyonu da Ağar’ın Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığına karar verdi. Böylece bu aşamada Ağar hakkında Susurluk bağlantılı yargı süreçleri de sonlanmış oldu.
Ta ki 2011 yılına kadar. Bu kez Ankara Hususi Yetkili 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında “kabahat örgütü yöneticisi” olduğu iddiasıyla oluşturulan davada Ağar’ı beş yıl hapis cezasına çarptırılmasına hükmetti. Ağar, Aydın’da bulunan cezaevinde 1 yıl 4 gün yattıktan sonrasında denetimli serbestlikle tahliye edildi.

Kaynak, Getty Images
Devletin raporlarında neler yazıldı?
Mafya-emniyet-devlet üçgeninde var olduğu iddia edilen ilişkilerle ilgili iddialar her ne kadar Susurluk kazası ile gündeme gelmiş olsa da devletin bazı makamları tarafınca fazlaca öncesinden kayıtlara geçirilmişti.
Ek olarak Susurluk kazası sonrasında da hazırlanan fazlaca sayıda rapor ve araştırmada da birçok mühim bulgu içeriyor. Toplamı binlerce sayfayı gören bu rapor ve araştırmalar, bugün de devam eden tartışmalar için mühim birer kaynak niteliği taşıyor.
Bu raporlarda, yer edinen bulgular devletin içinde uzun senelerdir bir “çetenin varlığına” ve bilhassa 1990’larda PKK ile savaşım için oluşturulan hususi birimlerin zaman içinde faili bilinmeyen cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı şeklinde bir takım suça bulaşan bir yapıya dönüştüğüne işaret ediyor.
Bugüne dek Türkiye’de “derin devlet” olarak adlandırılan yapılanmayla ilgili belli başlı raporlar şunlar:
Birinci MİT Raporu: Ulusal İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafınca 1988 senesinde hazırlandı. Devrin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a sunulan bu raporda “yeraltı dünyası, polis ve kamu görevlileri” arasındaki bağlantıya ilişkin bulgular yer alıyordu. 23 sayfalık raporda, kabahat örgütlerinin Özal’a karşı siyasal arenada girişimlerde bulunmuş olduğu, devrin İstanbul Güvenlik Müdürü Ünal Erkan ve İstanbul Güvenlik Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’ın “yeraltı dünyasıyla ilişkileri olduğu” iddia ediliyordu. Bu raporun basına sızmasının ardından raporu kaleme alan Mehmet Eymür ve istihbaratçı Hiram Abas görevlerini bıraktı.
İkinci MİT Raporu: İlk rapor sebebiyle görevinden ayrılmak zorunda kalan Eymür, 1995 senesinde MİT’e Kontrterör Daire Başkanı olarak geri döndü. Bu zamanda, ikinci MİT raporunu kaleme aldı. Raporda, PKK ve bazı sol örgütlerle savaşım etme “kisvesi altında” başta Çatlı olmak suretiyle Haluk Kırcı, Sami Hoştan ve Yaşar Öz şeklinde haklarında katliam ve uyuşturucu kaçaklığı şeklinde bir takım suçlama bulunan isimlerle bir teşkilat oluşturduğu iddia edildi. Doğu Perinçek tarafınca Eylül 1996’da, şu demek oluyor ki Susurluk kazasından ortalama 1,5 ay ilkin düzenlenen bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklanan raporda, şu iddialar ortaya atıldı:
“Güvenlik Genel Müdürlüğü’nce PKK ve Dev Sol’a karşı faaliyetler için kullanılıyor görüntüsü ile hususi bir kabahat ekibi teşkil edilmiştir. Tehdit, gasp, haraç, uyuşturucu kaçakçılığı, katliam şeklinde suçların içinde olan bu grup çoğu zaman eski ülkücülerden teşekkül etmiştir. Grup direkt Güvenlik Genel Müdürü Mehmet Ağar’a bağlı olup, Güvenlik Genel Müdür Müşaviri Korkut Eken tarafınca sevk ve yönetim edilmektedir. Grup üyelerine Güvenlik Genel Müdürlüğü’nce ‘Polis’ hüviyeti ve ‘Yeşil Geçişlik’ verilmiştir. Bahsi geçen grup, teröristlere karşı faaliyetlerde bulunma görünümünde Almanya, Hollanda, Belçika, Macaristan ve Azerbaycan’a gidip gelmekte, uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktadırlar.”
Kazadan ilkin piyasaya çıkan bu rapordaki iddialar ondan sonra hem Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Harp hem de TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’nun çalışmalarında detaylı bir halde incelendi.
Üçüncü MİT Raporu: Susurluk kazasının ardından devrin MİT Müsteşarı Sönmez Köksal tarafınca 17 Kasım 1996’da Başbakan Necmettin Erbakan’a “Kişiye Hususi” olarak gönderildi. Susurluk sonrası TBMM Araştırma Komisyonu bu raporu talep etmiş sadece gönderilmemişti. Ekleriyle beraber 223 sayfayı gören bu raporun tam metni sadece 2013 senesinde piyasaya çıkan bir kitapla gün yüzüne çıktı. Raporda devlet içinde “Çiller kabahat örgütü” isminde Tansu Çiller’in desteklediği bir oluşumun varlığı ve bunun bazı yasadışı işlere bulaştığı yönünde ortaya atılmış olan bir takım iddia incelendi. Raporun netice bölümünde Susurluk vakasıyla beraber ortaya çıkan bazı mevzular şu şekilde sıralandı:
- “Devletin içinde kontrolsüz güçlerin varlığını,
- Bu güçlerin devletin gereksinimleri haricinde da bazı istenmeyen faaliyetlere yönelebildiğini,
- Güvenlik kuvvetlerinin resmi güçler haricinde bazı unsurları da devlet görevi adı altında kullandıklarını,
- Devletin bazı belgelerinin (Geçişlik vs.) gayri kanuni unsurlara verilebildiğini,
- Devletin aynı kuruluşu içinde, değişik anlayışta olanların birbirleri ile devletin olanaklarını kullanarak savaşım edebildiklerini,
- İstihbaratta ve örtülü operasyonlarda çokbaşlılığın bulunduğunu, merkezi kontrolün kafi olmadığını,
- Gizlilik taşıması ihtiyaç duyulan devlet belgelerinin yada faaliyetlerinin dahi kolayca açıklanabildiğini, tartışılabildiğini,
- Kontrolsüz güçlerin, bazı siyasal güçlerce yada kişilerce desteklendiğini,
- Devlet adına yapıldığı öne sürülen işlerde dahi büyük miktarlarda maddi çıkarların söz mevzusu bulunduğunu (A. Çatlı’nın şirketleri ve mal varlığı şeklinde) gösterecek özellikte emarelerin çıkmasına niçin olmuştur.”
Raporda Susurluk kazasıyla başlamış olan tartışmaları “sona erdirecek yada en azından sınırlandıracak hukuki ve yönetimsel kovuşturmaların hızlıca sonuçlandırılmasında” yarar olduğu açıklandı.

Kaynak, KAYNAK YAYINLARI
Kutlu Harp raporu: Bu rapor da 1998 senesinde Başbakan Mesut Yılmaz’ın talebiyle hazırlandı. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Harp’ın hazırladığı ve ekleriyle beraber 240 sayfayı gören raporda Susurluk kazası sonrası ortaya çıkan iddialar mercek altına alındı. Raporda, Susurluk kazası meselesinin “bir tüm ve vakalar zincirinden ibaret” olduğu açıklandı. Raporda, suikast ve bombalama şeklinde bir takım faili bilinmeyen olayların Susurluk kazası sonrası “adeta bıçakla kesilir şeklinde durduğuna” dikkat çekildi. Bu raporda Güvenlik Genel Müdürlüğü ve Jandarma içinde PKK ile savaşım için oluşturulan bazı grupların zaman içinde suça bulaştığı yönünde değerlendirmelere yer verildi. Kamu kurumlarının data vermede arzulu ve istekli olmadığına dikkat çekilen raporda, Güvenlik Genel Müdürlüğü’nün “çete oluşumlarına karşı genel bir mücadeleye sevk edilmesi” gerektiği vurgulandı.
TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu: Kazanın ardından TBMM’de bir araştırma komisyonu kuruldu ve bu komisyon dört aylık bir çalışmanın ardından bir rapor yayımladı. Raporda, devletin içinde “yuvalanan çeteler” olduğu belirtilirken, bazı devlet kurumlarının da bu yapıları desteklediği sonucuns varıldı. Raporun değerlendirme bölümünde şu ifadelere yer verildi:
“Tüm bu gelişmeler sonucunda, modern anlamda hukuk devleti olma yapısından uzaklaşılmış ve devlet içinden de yandaşlar, işbirlikçileri olan yasadışı güçler oluşumuna ve bu güçlerin yasal olmayan şekilde yukarıda belirtilen alanlardan büyük kazançlar sağlamalarına olanak sağlanmıştır. Bu örgütler amaçlarına ulaşmak için, her türlü yasadışı faaliyeti (tehdit, adam öldürme, haraç, v.s) yapar hale gelmiştir. Olayların üstüne gidecek devlet görevlilerinin (güvenlik güçleri, adli merciler) ve vatandaşların (yakınma, şahitlik şeklinde) güvenliği yeterince sağlanamamış ve sözkonusu yasal olmayan güçler her türlü yasal olmayan işlerini kolaylıkla yapar hale getirilmiştir. Bu durum vatandaşın devlete olan itimatını negatif yönde etkilemiştir. Olayların bu şekilde gelişmesinde, devletimiz adına kamu görevlilerince meydana getirilen bir kısım işlemlerin devlet sırrı terimi altında saklanması etkili olmuştur. Buna, Korkut Eken’in ‘Silahları nereye verdiğimi söyleyemem. Bundan dolayı devlet sırrıdır’ demesi bir örnek oluşturmaktadır.”

Kaynak, DHA
Yitik silahlar meselesi nedir?
TBMM Araştırma Komisyonu’nun raporunda da bahsi geçen silahlar mevzusu da Susurluk kazasıyla beraber gündeme gelen sadece halen tam olarak aydınlatılamamış konuların en mühimleri içinde içeriyor.
Susurluk’ta kaza icra eden araçta bir tane Beretta marka tabanca ve susturucu bulunmuş oldu. Meydana getirilen araştırmalarda bu silahın Güvenlik Genel Müdürlüğü envanterinde görünmüş olduğu ortaya çıktı.
İnceleme derinleştirildikçe İsrail tarafınca Güvenlik Genel Müdürlüğü’ne bağışlama edilen Uzi ve Beretta marka ortalama 30 silahın fazlaca büyük bir bölümünün yitik olduğu anlaşıldı.
Meydana getirilen balistik incelemeler, yitik silahların markasıyla örtüşen silahların 1990’lı yıllardaki bazı suikastlarda kullanıldığını gösterdi.
Yargılama süreçlerinde İsrail’den bağışlama olarak alınan Uzi ve Beretta marka ortalama 30 silahın o dönem Hususi Harekat Daire Başkanlığı’na verildiği ortaya çıktı.
Sadece Güvenlik Genel Müdürlüğü, resmi yazışmalarda bu silahların envanterinde yer almadığını bildirdi.
Yitik silahlar mevzusu, 2010’ların başındaki Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında da gündeme geldi. O dönem bu silahlar için bazı yerlerde kazı emek harcamaları yapılmış oldu sadece silahlar bulunamadı.
Ağar, 2012 senesinde TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na o dönem kalmış olduğu Aydın Yenipazar Cezaevi’nde bir ifade verdi.
Ağar silahlarla ilgili, “O silahlar Başbakanlık’tan direkt izinle alındı. Terörle savaşım için gerekliydi. Bunların kaydı tutulmaz. Her devlet bu tür şeyleri yapar. Bu tür tabanca alımları her devlette olur” dedi.
Silahların akıbeti halen netlik kazanmış değil.
Yoruma kapalı.